Plutarkhos, "Bir Hükümdarın Bilgin Olması Gerekir" isimli yazısında “kanun ölümlü olsun ölümsüz olsun herkesin kraliçesidir” der.
Kanunlar ve kurallar; olayların mahiyetinden doğan zorunlu bağlardır. Bu açıdan bütün varlıkların kanunlarının olduğunu söyleyebiliriz. Tanrının kanunları vardır maddi evrenin kanunları vardır, hatta insanüstü varlıkların, hayvanların, doğanın, insanların kanunları vardır.
Bu kuralların ve/veya kanunların bir kısmı, devamlı olarak “yerleşmiş bağlardan” oluşur. Örneğin hareket eden bir nesne ile hareket eden bir diğer nesne arasındaki bütün hareketler kitle ile hız arasındaki bağlara/ yani kurallara ve/ veya kanunlara göre başlar, artar, azalır, yokolur.
İlkçağlardan bu yana, terminolojik anlamdaki “kanunlar” yapılmazdan önce, adalet bağlarının yani gizli yazılmamış kurallarının varolduğu tartışmasızdır. Müspet kanunlar ise, bu gizli- yazılmamış bağların yerleşmesiyle ve aslında “herşeyin kendi içinde kanunu, kuralı olduğu başlangıcından yola çıkarak ihtiyaçlara göre şekillenmiş ve oluşturulmuştur.
Tabi bütün bu müspet kanunlardan önce, doğa kanunları vardı.
Toplumların kuruluşlarından önce, insanın karşılaştığı ilk kanunlar, doğanın kanunlarıdır. Doğa içindeki insanda, bilgiden ziyade “bilgi edinmek” yeteneği olduğundan, insanlardaki ilk düşünce “varlığının başlangıcını aramak değil” öncelikle “varlığını devam ettirmek” olmuştur. Bu ise korunma, güven ihtiyacı ile birlikte üstünlük ve egemenlik düşüncelerini kendiliğinden getirmiştir.
Thomas Hobbes sorar ki “ insanlar doğal olarak savaş halinde değillerse neden hep silahlı gezerler, neden evlerinin kapılarını kapatmak için anahtar vardır yanlarında?”
Zayıflık ve korunma duygularına ihtiyaçlar da eklenince bu sefer başka bir doğa kanunu ortaya çıkar “ yiyecek arama- beslenme”…
Tüm bu ihtiyaçlara sürekli eşlik eden korku duygusu, her insanda karşılıklı bulunduğundan bir süre sonra insanlar birbirlerine yakınlaşmaya başlarlar, bu yakınlaşma aynı zamanda kadın-erkek ilişkileri- üreme, çoğalmayı meydana getirir. İnsanlar, önceden varolan duygular ve bilgilerden başka, artık yavaş yavaş “yeni” bilgileredinmeye başlarlar. Bundan ötürü insanlarda, hayvanlarda olmayan ikinci bir bağ meydana gelir; bu da “toplum halinde yaşama” isteğidir…
İnsanı fiziksel varlık, duygulu varlık, zeki varlık olarak (Montesquieu, Kanunların Ruhu Üzerine) üçe ayırıp tanımlarsak ;
Zeki varlık olarak insan; durmadan koyduğu kanunları ihtiyaç ve çıkarlara göre değiştirir, kaldırabilir, bozabilir. İnsan aslında sınırlı bir kişiliktir. Ama sınırlı kişiliğine rağmen en başta kendisini yönetmesi gerekir. Bütün sınırlı zekalar gibi de bilgisizliğe ve yanlışa düşer; bu esnada kafasındaki zayıf bilgileri de yitirir.
Duygulu varlık olarak ise insan kendini binbir tutku, kötü hırsa kaptırabilir hatta kendisini bile unutabilir.
Fiziksel varlık olarak insan, bütün öteki varlıklar ya da nesneler gibi kanunlarla yönetilirler, yönetilmelidirler. İlkçağlardan bu yana filozoflar, ahlak kanunları aracılığıyla insanın boş tutku ve inançlar peşinde kendini unutup yönetemeyeceğini, tutku hırs ve egolarının esiri olabileceklerini duyurdular. Ve toplumda yaşamak için yaratılmış insan, aslında başka insanları da unutabilirdi. İşte bu noktada kanun koyucular yaptıkları siyasi, medeni kanunlarla ona ödevlerini hatırlattılar.
Kanunlar birbirimize saygı duymayı sağlayan, yaşam hakkımızdan, özel mülkiyetimize kadar bizleri koruma altına zorunlu olarak alan “yapı taşlarıdır”. Onlar olmasaydı insanın içindeki kötülük potansiyeli asla durmaz ve giderek yükselirdi. Toplumu toplum yapan, insanı her şeye ve her şerre rağmen dirlik ve birlik içinde yaşamaya sevk eden kuralların olması, insanları toplum yapan temel unsurdur; aksi durumda toplumdan değil,dağınık topluluklardan bahsediyor olurduk. Başka insanların özgürlüklerine, sınırlarına ve yaşam haklarına, mal varlıklarına saygı göstermek zorunda olduğumuzu önce toplumsal kurallardan, sonrasında isekanunlardan öğreniriz.
Dolayısıyla kanunlar ve kurallar olmadan yaşayabilen bir toplum kurmak mümkün değildir. Kanunlarla getirilen cezalar olmasaydı suçlar artar, kayıtsızlık, kaos ve kargaşa ortamı hakim olur ve bir süre sonra bu durum normalleşir, yaptırımsız bir keyfiyet tüm yaşama hakim olurdu.
Peki insan kanunlara ne zaman saygı duyar?
Tek bir kriter sözkonusudur “insanlar kanunların adil çalıştığını anlarsa ancak kanunlara ve kurallara saygı duyar” aksi durumda herkes “kendi adaletini gerçekleştirmeye” çalıştır.
Sokrates’e göre, toplumda iki türlü yasa geçerlidir: yazılı yasalar; yani toplumu yönetenlerin yaptıkları yasalar ile yazısız yasalar; yani genel ahlâk kuralları… Bu yasalara tüm “site halkı”, beğense de beğenmese de uyacaktır, uymak zorundadır; çünkü amaç site devletinin varlığı ve sürekliliğidir. Tabii yurttaşlar gibi yönetenlerin de yasalara uyması şarttır. Zaten bizzat Sokratesi’ in kendisi de “yasaya bağlılık” fikrinin örneği olmuştur. Sokrates ölüm cezasına çarptırılmış olmakla birlikte kaçma koşulları da kendisine sağlandığı halde, Atina yasaları ile “zımni bir sözleşmesi” olduğu gerekçesiyle buna yanaşmamıştır.
Netice olarak Sokrates’in anlayışına göre, devletin esenliği, yasaların gücü, gerekirse uğruna can feda edilebilecek şeyler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Terminolojik anlamlarını da gözeterek“kanun ve kural” kavramlarını toparlarsak;
toplumsal yaşamı düzenleyen yasalar yazısız ve yazılı kurallar olmak üzere ikiye ayrılır. Yine toplum yaşamını düzenleyen yasalar insanlar arasındaki ilişkileri de düzenler.
Örfler, âdetler, gelenek ve görenekler, görgü kuralları, ahlak kuralları yazısız yasalardır.
Bu kurallar toplum içindeki davranışlarımızı düzenleyen saygı ve sevgiyi temel alan kurallardır. Bu yasalar, kişilerin davranışlarını iyi-kötü, doğru yanlış, olumlu-olumsuz olarak değerlendirirler. Bunlara uymayan kişiler toplum tarafından ayıplanır, kınanır. Bu kurallara uymayan kişiye devlet ceza vermez. Ancak bu kişilere toplum hoş gözle bakmaz, ayıplar ve dışlar. Yazısız kurallar; toplum içinde kendiliğinden doğar, davranış biçimleri ile nesilden nesle geçer ve süreklilik kazanır, toplumdan topluma değişiklikler gösterebilir
Yazılı kurallar ise toplum hayatını düzenleyen yazılı hukuk kurallarıdır. Kendi içinde genel ve özel kurallar şeklinde alt başlık taşır.Genel kurallar toplumu oluşturan tüm bireylerin uyması gereken kurallar olmakla, ihlal edenler yasalarla düzenlenen “ suç özelliğine” göre cezalandırılırlar. Genel yazılı kurallar, anayasa, kanun, tüzük, yönetmelik gibi adlar alırlar. Hukuk kuralları, hem bireylerin birbirleriyle hem de devletle olan ilişkilerini düzenler. Kimsenin,yasaların düzenlediği bu kurallara uymama yönünde keyfiyet sergileme, uymama hakkı yoktur.Herkes için geçerli olan, eşit uygulanan kurallardır. Kişilere göre farklı uygulanmaz.
Özel kurallar,“kişinin içinde bulunduğu toplumun” yaşayışını düzenleyen özel kurallardır. Doğrudan, içinde bulunulan, mensubu olunan grubun üyelerini ve/veya dolaylı temas eden kişileri ilgilendirir. Okula giden bir öğrencinin okulda uyması gereken kurallar veya okula çocuğunu ziyarete gelen bir ebeveynin uyması gereken özel kurallar olarak adlandırılabilir.
Ezcümle; kanunlar ve kurallar özgürlüklerin sınırını belirler; kanunlarise “eşitlik ilkesi”gözetilerek yapılır. Kanun ve kurallara saygı duyulmaz, uyulmaz, herkese eşit olarak uygulanmazsa toplumsal düzen bozulur, güvensizlik hakim olur, yaşam hakkı değersizleşir, temel hak ve özgürlükler ihlal edilir.
“Günün birinde bir adam ona yaklaşmış ve dayak yediği için kendisini mahkemede savunmasını istemiş. Bunu duyan Demosthenes, “pek dayak yemiş gibi görünmüyorsun” demiş. Çok sinirlenen adam “ ben mi dayak yemedim? Yalan mı söylüyorum yani?” diye bağırınca, “ha şöyle. Şimdi hakkını arayan birini duydum” diye cevap vermiş”. (Plutarkhos, Demosthenes-Cicero Paralel Hayatlar)